Günlerden bir gün, zamanlardan bir eski zaman. Ama öyle çok eski değil. İki belki üç yüzyıl kadar. Sabah güneşi, akşam ayı, seher yeli derken otuz yıl önce dikilmiş ağaç iyice büyümüş, çok genişçe bir vücuda sahip olmakla birlikte kuruyan bir dalı hariç, birkaç kez budanmış diğer dalları da dahil olmak üzere her dalı gür yapraklı devasa bir nesne olmuştu. Yeşil yaprakları sonbahara sarı merhabalar ederken yavaştan, dökülmeyenleri, biraz altında uzansam diye düşünenlere güzel bir gölgelik oluşturmaktaydı. Oradan geçerken susamış, yorulmuşların da bu ağacın gölgesinde dinlenip soluklanmaması, hemen yakınlarından akan çaydan su içmemeleri mümkün değildi pek. Serin ve sakin akan çaydan suya kananlar ağacın altına geçer, dışarı çıkmış köklerin birer insana mahsusmuş gibi ayırdığı odacıklara, üzerlerine gölgeyi örtüp otururlardı. O gölgenin en güzel yeriyse, ağaç dibinin her yeri kel kalmış toprak olmasına rağmen yeşil kalabilmiş çimenlerdi.

Lakin bu her ne kadar böyle anlatılsa da, ağaç biraz dağ başında olduğundan bir de çok yakınlarında bir köy olmamasından oradan geçen yolcu pek olmaz, onun için bu oda oda gölgelik de, çok taşlı çayın suyu da davar-sığır otlatmaya gelen çobanlara nasip olurdu.

İşte o şanslı çobanlardan biri bir gün, alkolik biraz da safça babasından kalma donu belinde, sığır otlatmaya bu dağa çıkmış, sabahtan başlayıp dağ yolu tırmanmanın susuzluğu, durmadan yürümenin yorgunluğuyla öğle vaktini kendine fırsat bilmiş, güneşin sıcağından korunmak için matarasına çaydan doldurduğu suyu yudumlar bir vaziyette ağacın altında gölgelenmekte, çayın sesini dinleyip davarları, bir de onları kendisine emanet ettiği uyuz çomarını izliyor, önceden yüzüne yemiş olduğu güneşin etkisiyle de uykulanıyordu. Öyle aval-avanak sağa sola bakarken çayın karşısında bir ceylan gördü. Güzel miydi, çirkin miydi, burada ne arardı diye düşünürken  de göz kapaklarına vuslat erdi. Ağzı açık matarası da devrilince edep yerine su dökülüp donunu ıslatmıştı ancak uykunun sersemiğinden bunu hissetmemişti. Rüyalar aleminde ne ceylan, ne davar, ne de dağ vardı. Orada, hayattayken zenginlikten fakirliğe düşen babasını görüyordu. Babası dedesinden kalma kuyumcu dükkanını alkole ve yaban çakalı arkadaşlarına yedirip ona bu fakirliği miras bıraksa da severdi onu. Ne de olsa babasıydı. Babasını sevse de fakirliği sevmezdi. Çocukken malvarlığı iyi olan ailesiyle yaşarken kitaplara bakıp özenir, ilim tahsil edip okur yazar olmayı isterdi. Sonra işler babasının saflık zemininde darlık tüneline girince ne evde kitap, ne çocukta hayal kalmıştı.

Rüyasında sanki babasıyla konuşmaya çalışıyormuş da, zorlanıyormuş gibi bir hal vardı. Babasına seslenecek sesi çıkmıyor, yine de babası demek istediklerini anlıyor, cevap veriyor, yalnız bu sefer de çoban duyamıyordu. Onda da aynı pantolon vardı. Ne de olsa rüya haliydi. Duyamasa da görebiliyordu Allah’tan. Babası eliyle bir pantolonunu gösteriyor bir de kollarını havaya kaldırıp sağa sola açarak bir şeyler anlatıyordu. Sonra da yeri işaret ediyordu. Çoban duyamıyordu, doğru düzgün bir şey de anlamıyordu. Aslında bu salak alkoliğin sesi çıkıyordu. Çıkmasa bile çıkıyor sayılırdı çünkü yaptığı hareketlerle çobana, pek aşina olduğu yerleri anlattığından, çobanın  aklı sağır olmasa onu anlaması çok zor olmayacaktı. Baba: “koca dükkan taş toprak olsa da hala seni olduğun duruma göre çok zengin edecek altın gömümüz var, o da altında uyuduğun o devasa ağacın dibinde duruyor, toprağın çimenlikli olduğu yeri kaz” demeye çalışıyordu. “onu anlamıyorsan bari pantolonumun gösterdiğim yerine bak” diyordu sonra da.

Bu manidar rüyadan doğru düzgün bir şey anlamadan ıslaklığın rahatsızlığıyla uyanan çoban suyun etkisinden olsa gerek, büyüklü küçüklü çok sıkıştığını fark etti. Elini bir aralık ıslaklığa atınca pantolondaki kabartıyı hissedip babasının hareketlerini hatırladı. Bu pantolonda yıllardır bir cep vardı. Ağzı dikiliydi. Elini attığında biraz yumuşakça, sanki iç içe kumaşlar konmuş gibi bir his veriyor, sonuna kadar sıkınca da ince yuvarlak bir sertlik hissediyordu. Çocukluğunda pek okuyup yazamayınca, aptal kafası da ilerlememişti. Babasının rüyada yaptığı işaret, cebin içinde kumaşlar var, çok sıkışırsan onlarla taharet yaparsın demekti galiba diye düşünüp cebi olduğu gibi pantolondan söktü. Ardından rüyada yere işaret ne ola ki diye düşünürken yumuşak ve yeşil yerde rahat uyu demek istediğine hükmetti babasının.


Hem ıslaklığın uyarıcılığı, hem de rüyasının fakir fukaralığını hatırlatması da iyice sinirlerini gerdiğinden, kızgınlığını ağacın dibindeki en yeşil çimenden almayı istedi. Ağaçta asılı kazmasını alıp ‘sıçayım böyle fakirliğin yeşiline’ diyerek kazmayı hela çukuru açmak üzere çimenlere vurdu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bugün bende bitti......

Düzenlerin içinde bir düzensizlik